Korkuyorum... Ama...
Gezi bir varoluş çığlığı idi. Susturdular. Yıllar sonra geriye sessizce fısıldadığımız azıcık onurumuz kaldı. Onu kaybetmeyeceğiz.

Lütfen alıcılarınızın ayarları ile oynamayın. Keyifli okumalar.
Bir önceki ajansımın kuruluş yıl dönümü partisi vardı o gün ofisin bahçesinde. Çalışanlar, müşteriler, eş, dost falan. Hep beraber eğleneceğiz. Gündem yoğun. Eylemcilerin çadırlarını yakmışlar dün gece. Her yerde bu konuşuluyor. Barışçıl gösteri yapan gençlere saldıran polislerin görüntüleri. WhatsApp gruplarında, sosyal medyada türlü türlü video dolaşıyor. Herkes akşam gelecek misin diye soruyor birbirine.
Sabahtan ufak ufak başlayan bu mesaj trafiği saat 4-5 gibi ben de gideceğim diye beyanlarına dönüştü. "Kaçta? Nerede? Nasıl gideceksin?" konuşulmaya başladı. Ben aradayım. Akşam etkinlik var. Ben ajansın ortağıyım, bırakıp gidemem. Gelecekler var, ekip orada. Nasıl olacak?
Saat 7'ye doğru işten çıkan herkes ben gidiyorum diye yazmaya başladı gruplarda, sosyal medyada. Sabah başlayan ufak bir kıvılcım resmen ateşe dönüştü. Bu sırada hoş geldinler, ne alırsınızlar, buyurunlar havalarda uçuşuyor. Aysel yanımda. Ne yapalım diyoruz? Gidecek miyiz? Ne zaman?
11'i biraz geçe biz kaçar diyorum ortaklara. Bu akşam benim de orada olmam lazım. Gitmemem gerektiği, bunun yanlışlığını dinliyorum. "Yav he he" diyerek hanımla ayrılıyoruz. Hanımla bir eve uğrayıp 12'yi biraz geçe Osmanbey'deyiz. Taksim'e girişler kapatılmış. Metronun olduğu kavşakta kalabalığın arasındayız.
Bir hareketlenme oluyor. Kalabalık yavaş yavaş Taksim'e doğru ilerliyor. Saflar sıklaşıyor. Biz de grubun içindeyiz. Aysel ile bir şey olursa diye buluşma yeri ayarladığımız aklımda. Birkaç dakika sonra "pat, pat, pat" sesleri. Gaaaaazzzzz.
Dağılıyoruz çil yavrusu gibi. Birileri limon falan sıkıyor ellerimize, gözlerimize. Süt fışkırtanlar birbirine. İçimden "bu limon bir boka yaramıyor aq. Kandırıldık resmen" diyorum. Bizi Pangaltı'ya doğru sürüyorlar. Gece 3'e kadar bir ileri bir geri gidip geliyoruz... Ortalık biraz sakinleyince arkadan bir kalabalık yetişiyor. Adana'dan bir grup otobüslerle gelmiş. Heyecanla, koşar adım ön saflara doğru alkışlarla slogan atarak ilerliyorlar. O an hissediyorum ki bu başka bir şey, başka bir ruh, başka bir hareket...
O günden sonra her şey ama her şey değişiyor hayatımızda. Gündüzleri mesaide Bruce Wayne, akşamları ve hafta sonları Batman gibi takılıyoruz eylemlerin sonuna kadar. Gezi bir direniş değil artık bizim için. Bir anlam, bir var oluş...
Ve sonrası hepinizin bildiği hikâye. Kaybettiğimiz canlar, sakat kalanlar, tutuklananlar, yargılananlar...
Berkin'in cenazesi unutamadıklarımdan. Meydanlarda yuhalanan bir ananın, çocuklarını kaybetmiş bir ailenin yanında olmak için oradayım. Ağlıyorum. Sadece bu geliyor elimden. "Bir gün" diyorum "bu çocukların heykelleri olacak Gezi parkında!" "Hiçbir şey boşa değil" diyorum. "Bu düzen değişecek" diyorum kendime.
Değişiyor da. Romantik solculuk duvara tosluyor. Direne direne kazanamıyoruz. Aksine o günden bugüne sürekli kaybediyoruz. Başka türlü bir devlet ile tanışıyoruz. Adım adım özgürlüklerimiz kısıtlanıyor, haklarımız gasp ediliyor. Sonrasını biliyorsunuz. Sokaklarda bombalar, kaos, seçimler, darbe girişimleri...
Adım adım küsüyoruz ülkeye, insanlara, birbirimize... Ayrılıyoruz, gidiyoruz farklı yerlere. Kimimiz yurt dışına, kimimiz memleketine, kimimiz benim gibi daha ufak kasabalara... Hayatımızı anlamlı kılan ne varsa arkamızda bırakıyoruz. Yeniliyoruz. Bir şeylerin değişeceğiyle ilgili ümidimizi, daha iyi bir Türkiye'yi birlikte yaratabileceğimiz inancını Gezi'nin çocukları ile birlikte kalbimize gömüyoruz. Susuyoruz...
O gün olduğu gibi bugün de ülke bir uçurumun kıyısında. Görülen o ki bu uçurum bir öncekinden de daha derin. Devletimizi durduracak ne bir kanun var ortada ne de bir güç. Gezi ülkenin Avrupa Birliği hikayesinde özgürleştiği bir dönemin sonunda gerçekleşmişti. Anayasa falan vardı uyulan, ciddiye alınan. Bugün hiç birisi yok. Bu şartlar altında korkmak çok doğal geliyor bana. Korkuyorum ve korkanları da anlıyorum.
Gezi'de korkmuyor muyduk? Polis iki anons yapıp biraz üstümüze gelince çil yavrusu gibi dağılmıyor muyduk? Kaçtığımız mekanlara polis gelince müşteri gibi davranırız falan gibi komik planlar yapmıyor muyduk? (Cevabınız hayır ise ben fazla korkağım. Kabul.) Bugün daha da korkunç bir vaziyet var. Ben nasıl korkmayayım?
Kaju bahçedeydi. Bir onun yanına gittim geldim. Çok uzatmışım lafı. İki korkum daha var. Birisi birilerinin başına bir şey gelmesine sebep olmak. Berkin'de beni en çok üzen şey buydu. Hep bu çocuğun ölmesinde kabahatim olduğunu düşündüm. Hiç çıkmasaydık, hiç çağırmasaydık kimseyi?
İkinci korkum daha derinlerde. Küskünlüklerimin, kırgınlıklarımın altında. Yeniden umutlanmaktan, bir kez daha ve bu defa çok daha uzaklara savrulmaktan korkuyorum. Bir şeyleri değiştirebileceğimize inanmaktan korkuyorum. Yaşlılık böyle bir şey belki de. Korkmaktan da öte cesaret edememe...
Kendimi tanıyorum. Biraz daha düşünsem sokakta olmamak için bir bu kadar daha sebep bulabilir, bulamazsam da uydurabilirim. Ama daha fazlasına ihtiyacım yok. Mesele seçim kazanmak, İmamoğlu'nun özgürlüğü, ülkeyi değiştirmek değil. Mesele onurlu bir insan olarak kalabilmek artık. Daha fazlası değil...
O Mayıs gecesi eski ortaklarım gitme abi dediğinde onlara verdiğim cevabı hatırlıyorum: "Bir gün torunlarım, dede sen o gün neredeydin diye sorduğunda gururla yüzlerine bakabilmek için gitmem gerekiyor."
Bırakın torunu, çocuğum bile yok.
Bundan sonrası aynaya baktığımda kendi yüzüme bakabilmek...
Ben ülkesini seven sıradan bir vatandaşım.
Birilerinin anayasal haklarımı gasp etmesine seyirci kalmayacağım.
Protesto hakkım başta olmak üzere hiçbir hakkımı kanun tanımaz, ahlaksız bir çeteye teslim etmeyeceğim.
Belki kazanamayacağız ama onurlu yaşayacağız...